Kapadokya’nın kıyısında, Ihlara Vadisi’nin sessizce aktığı topraklarda bir köy var: Güzelyurt. Adı gibi güzel, ama öyle çarpıcı bir güzellik değil bu; zamana direnen, ağır ağır solunan bir güzellik. Taştan evler bir yamaca yaslanmış, birbirine sokulmuş. Her biri sanki yüz yıldır orada duruyor, yüz yıl daha duracakmış gibi.
Buraya geldiğinde ilk fark ettiğin şey, sesin yankısıdır. Konuştuğunda taşlar seni dinler, rüzgâr söylediklerini alıp uzaklara götürür. Her şey ağır ama dikkatli akar. Güzelyurt, aceleyi kabul etmez.
Sokaklar dar ve kıvrımlıdır. Yürüdükçe taş duvarların arasında gölgeler değişir, kokular değişir. Bir pencere kenarındaki sardunya, bir taş basamaktaki iz, her şey anlatmadan anlatır. Eskiden Rumlarla Türklerin yan yana yaşadığı bu sokaklarda şimdi sessizlik hâkim. Ama bu sessizlik boşluk değil, dolu bir hafıza gibidir. Konuşmasa da çok şey anlatır.
Köyün ortasında bir kilise vardır—şimdi camiye çevrilmiş. Yanında eski bir okul binası, biraz ilerisinde terk edilmiş evler… Hepsi geçmişin izlerini taşır ama hiçbirine hüzün yapışmaz. Çünkü burada zamanın izleri silinmemiştir; korunmuş, kabullenilmiş ve birlikte yaşanmıştır.
Vadinin ucunda, kayalara oyulmuş eski manastırları ve gizli geçitleri gezdiğinde, taşın bile hafızası olduğuna inanırsın. Güzelyurt’ta doğa ile insan arasındaki sınır silinmiştir. Kayalıkların içine oyulmuş evler, tavanı gökyüzü olan odalar, bir kayanın içine sinmiş dua sesleri... Hepsi bir arada.
Gündüz vakti gölgeler kısa, ama düşünceler uzundur burada. Akşamları ise ışık yavaşça çekilirken, köy de içine döner. Ocaklar tüter, sessizlik yayılır. Gökyüzü açık, yıldızlar yakındır. Bir avluya oturursun, belki yanına bir tandır ekmeği alırsın, belki bir düşünce. Ama her halükârda hiçbir şey eksik değildir.
Güzelyurt, kayaların, duaların ve suskunluğun iç içe geçtiği bir yerdir. Ne zaman kaybolduğunu hissetsen, yeniden başlamak için bir taş basamak bulursun burada. Acele etmez, seni bekler. Sessizce, sabırla, taş gibi sağlam bir huzurla.