Datça Yarımadası'nın ince bir burunda, Ege ile Akdeniz’in öpüştüğü yerde, gürültüden uzak bir taş köy durur: Eski Datça. Denizden değil, zamandan uzak bir yerdir burası. Ne bir plaj beklersin burada, ne kalabalık bir sahil kafesi. Ama adım attığında bir şey olur: İçindeki sesler bile yavaşlar.
Eski Datça, taş evleriyle örülmüş dar sokaklardan oluşur. Her duvar, her kemer, her saçak sanki biri tarafından fısıldanarak yapılmış gibidir. Evler gösterişsizdir ama güzellikleri bu sadelikte yatar. Kapılar mavi, pencereler begonvillerle sarılmış, gölgelerse serindir. Güneş burada sert vurur ama taşlar sıcağı tutmaz; serinlik hep bir köşededir.
Sokaklar yürümek için değil, düşünmek içindir. Bir sokağın sonunda Attila İlhan’ın dizeleri çıkar karşına, bir duvarın dibinde kediler güneşlenir. Her şey çok yavaş olur ama hiçbir şey gecikmez. Çünkü burada zamanın başka bir akışı vardır. Saat değil, rüzgâr belirler ritmi.
Sabahları sokaklar sessizdir, sadece kuş sesleri ve bir yerlerden gelen taze ekmek kokusu duyulur. İnsanlar erken kalkar ama kimse koşmaz. Kahve yudum yudum içilir, zeytin tek tek seçilir. Bir taş avluda bir sandalye gıcırdar, o ses bile rahatsız etmez. Sanki her şey olması gerektiği yerde, gerektiği kadar.
Eski Datça’da deniz gözükmez ama deniz hep hissedilir. Rüzgâr tuz taşır saçlarına, zeytin ağaçları arada bir deniz gibi dalgalanır. Denizden uzak durmazsın, ama denize mecbur da hissetmezsin. Çünkü burada deniz içindedir zaten.
Geceleri yıldızlar çıkar ortaya, birer birer değil; topluca, bir halk gibi. Loş ışıklarla aydınlanan taş sokaklardan geçerken ay ışığının bile bir sesi varmış gibi gelir insana. Bir avluya oturursun, belki elinde bir şarap kadehi, belki sadece ellerin. Sessizlik sana hiçbir şey sunmaz ama her şeyi anlatır.
Eski Datça, geçmişin güzel kalmış bir anı gibi durur orada. Gelenin acelesi varsa tutunamaz. Ama beklemeyi bilen, susmayı bilen, yürürken düşünmeyi bilen için… Eski Datça tam yerdir. Rüzgâr gibi yaklaşır, iz bırakmadan sarar.