Fırat’ın suları ağır ağır akar, ne telaşlıdır ne durgun. Yol seni Urfa’dan aşağıya, güneye çeker. Tepeler sararıp kurur, hava ısınır. Ama Halfeti’ye yaklaştıkça, sanki zaman gevşemeye başlar. Güneş biraz daha sarı, rüzgâr biraz daha eski esmeye başlar.
Halfeti, öyle bir yer ki, bir kısmı suya batmış, diğer kısmı zamana... Eski Halfeti’nin taş evleri, minaresiyle birlikte Fırat’ın altına gömülmüş. Yeni köy, yukarıya taşınmış ama eski köy hâlâ orada—suyun içinde, sessizce ayakta. Zaman burada bir kez durmuş, sonra suyla yeniden akmaya başlamış gibidir.
Tekneye bindiğinde, motorun sesi bile usulca yankılanır kayalık kıyılarda. Suya eğildiğinde minareyi görürsün; bir taş duvar, bir pencere kemeri… Gökyüzüyle su arasında kalmış bir geçmiş. Her şey yarım kalmış gibidir ama eksik değildir. Sular, geçmişi örtmemiş; sadece yavaşlatmış.
Halfeti’de yürümek, bir şey aramak değildir. Sadece izlemek, beklemek ve hissetmektir. Dut ağaçlarının gölgesinde oturan yaşlı kadınlar, gölgeliklerin altına serilmiş kilimler, ev yapımı nar ekşisinin yoğun kokusu… Burada her şey bir tür hatırlamadır. Ne olduğu çok önemli değildir; nasıl hissettirdiği önemlidir.
Zamanla fark edersin ki, Halfeti’nin güzelliği gösterişli değildir. Göz alıcı değil, içe işleyicidir. Ne varsa sade bir şekilde vardır. Gündüz güneş vurur taşlara, gece ay doğar suyun üstüne. Sandallar iskeleye bağlanır, çay yavaşça demlenir, su yavaşça akmaya devam eder.
Ve geceleri… Su daha karanlık, gökyüzü daha derindir. Gölün ortasında sallanan bir sandal gibi hissedersin kendini: Hafif, yalnız, ama huzurlu. Suda yansıyan yıldızlar sana çok şey anlatır ama hiçbir kelime etmez.
Halfeti, konuşmaktan çok dinlemeyi bilenlerin yeridir. Suyun, taşın ve sessizliğin ortaklaştığı bir dildir burada konuşulan. Eğer kalabalıktan uzaklaşıp, suyun altında kalan zamana biraz dokunmak istersen… Halfeti seni bekliyor. Sessizce, derinden.